Kur’an’da söz edildiğine göre, bir zamanlar Mısır’da Firavun adında bir yönetici yaşamaktaydı. Çok zengindi. Sarayları, köşkleri, villaları, bağları, bahçeleri, tarlaları vardı. Altınları, gümüşleri, paraları bulunmaktaydı. Donanımlı ordulara ve askerlere sahipti. Zevk ve sefa içinde yaşıyorlardı. Yüksek binalar ve piramitler yaptırıyordu ki günümüzdeki birçok ilmin, bilginin, teknolojinin yardımıyla dahi piramitlerin birçok sırrı çözülebilmiş değildir. Atları, binekleri, at arabaları vardı. Bütün bunlara karşın Firavun ve adamları akıllarını kullanmıyorlardı. Kendilerine göre birçok tanrılar edinmişlerdi. Tanrılarından bazıları da boğa, buzağı, inek idi. Bu yüzden putperest ve müşrik olmuşlardı. Şirk ise çok büyük bir zulümdü.

Akılları, kalpleri, ruhları, hayatları şirke ve zulme bulaştığı için etraflarında yaşayan insanlara ve de İsrailoğullarına çok zulüm ediyorlardı. Onları köleleştirmişlerdi. Karın tokluğuna kullanıyorlardı. Yeri geldiğinde çalıştırıyorlar, yeri geldiğinde de erkeklerini kesip boğazlıyorlar ve kadınlarını sağ bırakıyorlardı. İsrailoğulları uzunca bir dönem bu şekilde hayatlarını sürdürdüler. Onların çoğu ataları olan Hz. İbrahim’in, Hz. İsmail’in, Hz. İshak’ın, Hz. Yakub’un, Hz. Yusuf’un dinini unutmuşlardı. Onlardan geriye yalnızca isimleri kalmıştı. İsrailoğulları artık dünya perest olmuşlardı. Sadece Firavunu ve onun yakınlarının hayat tarzını konuşuyorlardı. Firavunun ve adamlarının hayranı olmuşlardı. Onların altınlarını, gümüşlerini, paralarını düşünüyorlardı. Bineklerini, atlarını, arabalarını, gemilerini hayal ediyorlardı. Binalarını, saraylarını, köşklerini ve piramitlerini hayranlıkla izliyorlardı. Bütün bunların onların kültürlerinden, geleneklerinden, dinlerinden kaynaklandığını zannetmişlerdi. Bu yüzden onların kültürlerini, geleneklerini ve dinlerini benimsemişlerdi. Yani boğa, buzağı ve inek sevgisi İsrailoğullarının da kalplerine işlemişti. Firavun ve adamları, İsrailoğullarına zulüm ettikçe zulüm ediyorlardı. İşkence üstüne işkence yapıyorlardı. Ancak İsrailoğulları uyanmaları ve itiraz etmeleri gerekirken tam tersine daha da teslim oluyorlardı. “Bu bizim kaderimiz” diyerek dini bir gerekçe de ileri sürüyorlardı. Hatta Firavunu yenilmez bir tanrı gibi dahi görüyorlardı.

Tam böyle bir dönemde Allah Teala Hz. Musa’yı İsrailoğullarının içinden gönderdi. Hz. Musa onlara tevhidi ve şirki, hakkı ve batılı, doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü, zalimi ve mazlumu, adaleti ve haksızlığı, hukuku ve hukuksuzluğu, doğru ve yanlış kader inancını, dostu ve düşmanı anlattı. Hz. Musa’dan gelen nurla İsrailoğulları karanlıklardan aydınlığa çıkmaya başladılar ve Hz. Musa’nın etrafında toplandılar. Firavun bu durumdan çok rahatsız olmuştu. Çünkü yıllardır sömürdüğü kişiler elinden çıkmak üzereydi. Aslında saraylarını, paralarını, piramitlerini ve diğer zenginliklerini onların sırtından kazanmıştı ve kazanmaya da devam ediyordu. Bir şeyler yapması gerekiyordu. Dolayısıyla rakip olarak gördüğü Hz. Musa’yı mucize ve sihir düellosuna davet etti. Hz. Musa’nın mucizeleri Firavunun ve adamlarının bütün sihirlerini yok etti. İsrailoğulları bunlara şahit olmaktaydılar. Bundan dolayı Hz. Musa’ya daha çok bağlandılar. Sonunda Hz. Musa bir gece İsrailoğullarının hepsini yanına aldı. Onları Firavunun zulmünden kurtarmak için bir denizin kenarına götürdü. Denizi bir mucize ile yardı ve hepsini denizin ortasından karşıya geçirdi. Firavun ordusuyla birlikte geldi ve onların geçtiği yerden geçmek istedi. Tam denizin ortasında iken denizin iki tarafı birleşti. Hem Firavun hem de bütün askerleri boğulup helak oldular.

İsrailoğulları artık Firavunun ve adamlarının zulmünden kurtulmuşlardı. Artık özgür olmuşlardı. Artık köle değillerdi. Artık erkekleri öldürülmeyecek ve kadınlarına taciz edilmeyecekti. Artık onların bağımsız düşünceleri, fikirleri, inançları, hayatları, devletleri, ülkeleri ve yönetimleri olacaktı. İstedikleri gibi gelişmiş, adil, doğru dürüst bir medeniyet oluşturabilirlerdi. Hz. Musa ve Hz. Harun gibi mükemmel liderlere sahiptiler.

Ancak İsrailoğulları denizin karşısına geçer geçmez Hz. Musa’dan bir buzağı putu yapmasını ve hep birlikte ona tapmayı talep ettiler. Çünkü Firavundan, adamlarından, yönetiminden kurtulmuşlardı; ancak onların kültürlerinden, inançlarından, dinlerinin etkisinden hala kurtulamamışlardı. Hatta kurtulmayı bile düşünmüyorlardı. Hz. Musa bunu şiddetle reddetti. Kısa bir süre sonra Tur dağına gitti. Yalnızca kırk gece ve gündüz kaldı. Yerine Hz. Harun’u halife ve vekil olarak bırakmıştı. Bu kırk günlük dönem içinde İsrailoğllarının önde gelenlerinden olan Samiri adındaki kişi altından bir buzağı heykeli yaptı. “Bu hepimizin tanrısıdır” dedi. Buzağı, boğa ve inek sevgisine alışkın olan İsrailoğullarının çoğu ona tapmaya başladılar. Hz. Harun ne kadar çok engellemeye çalıştıysa da önlerine geçemedi. Hatta Hz. Harun’u destekleyenlerin bazılarını öldürdüler, bazılarını yaraladılar, neredeyse onu da öldüreceklerdi. Hz. Harun yapayalnızdı. Hz. Musa kırk gün sonra Tur’dan geri geldi. Buzağıya tapanları cezalandırdı. Buzağıyı yakıp küllerini denize attı. Onun bir tanrı olmadığını onlara gösterdi. Ancak İsrailoğullarının kalplerindeki buzağı, boğa ve inek sevgisi tamamen çıkmamıştı. Bakara (inek) suresinde bahsedilen olayda da Hz. Musa’nın ısrarla altın renkli sarı ineği kesmelerini istemesinin ve İsrailoğullarının da ısrarla kesmek istememelerinin nedeni işte buydu…

Bu konuyu güncellersek hemen hemen aynı şeyler komşumuz ve kardeşimiz İran halkı için de gerçekleşmiştir, gerçekleşmektedir. Nasıl mı? Şöyle ki son asırda Firavun rolünü Amerika üstlenmişti. Altınları, paraları, dolarları vardı. Sarayları, yüksek binaları, gökdelenleri bulunmaktaydı. Olağanüstü arabalar, binekler, uçaklar, gemiler sahibiydi. Askerleri, orduları, silahları, atom bombası ve bunlara benzer şeyleri vardı. Bağları, bahçeleri, verimli toprakları, denizleri bulunmaktaydı. Dünyanın en zengin devletiydi. Ancak bütün bunlara karşın putperest ve müşrik bir rejime sahipti. Bu rejimi modern Firavunlar çetesi yönetmekteydi. Bundan dolayı kurulduğu günden beri dünyadaki bütün halklara ve de özellikle tevhit ehli olan İsmailoğullarına (Müslümanlara) zulüm etmekteydi. Erkeklerini öldürmekte, kadınlarını sağ bırakmakta, çocuklarını kendisine köle yapmaktaydı. Aslında Amerika’nın geliri genellikle İsmailoğullarının memleketlerinden temin edilmekteydi. Eğer İsmailoğulları hep birlikte olsalar ve topyekûn Amerika’ya ve yandaşlarına başkaldırsalar onları hızlı bir şekilde yok edeceklerdi. Ancak Amerikan’ın zulümlerini, hırsızlıklarını, katilliklerini, çirkefliklerini, katliamlarını, kötülüklerini, ahlaksızlıklarını konuşmaları gerekirken; parasını, dolarını, binalarını, gökdelenlerini, arabalarını, uçaklarını, askerlerini, ordularını hayranlık içinde gündem yapmaktaydılar. Bir de bu zahiri nimetlerin Amerikan’ın kültüründen, inançlarından, dininden kaynaklandığını zannetmekteydiler. Bundan dolayı Amerikan’ın kültürünü, inancını ve dinini birçoğu benimsemiş oldu. Özellikle İsmailoğullarından olup Amerika’da yaşayan ve orada eğitim görenlerin çoğu bu şekildeydi. Dillerinde İslam vardı, namaz kılıyorlardı, hacca gidiyorlardı; ancak Amerikan’nın dini, kültürü, yaşam tarzı kalplerine işlenmişti. Bu nedenle gözlerinde Amerika’yı çok büyüttüler, her şeyden üstün tuttular, hatta yenilmesi imkânsız bir tanrı olarak gördüler.

Tam bu esnada Allah Teala Hz. Musa’nın varisi olan ve İsmailoğullarından gelen İmam Humeyni’yi İran’ın içinden gönderdi. İmam Humeyni halka tevhidi ve şirki, doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü, zalimi ve mazlumu, adaleti ve haksızlığı, hukuku ve hukuksuzluğu, dostu ve düşmanı anlattı. İran’da Amerika’nın dinini, kültürünü, yaşam tarzını benimsemiş olan modern Samiriler vardı; ancak İsmailoğullarından olan halkın büyük bir çoğunluğu onun etrafında toplandı. İmam Humeyni halkın genelinin desteğiyle, Amerika’ya tam bağımlı olan şahlık rejimini yıktı. Yerine tam bağımsız, özgür, millî olan İslam Cumhuriyetini kurdu. Bu Hz. Musa’nın denizi yarıp halkı karşıya geçirme mucizesine benziyordu. Çünkü Hz. Peygamberden ve Hz. Ali’den sonra böyle bir olay gerçekleşmemişti. Bin dört yüz yıldır ilk defa bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştu. Bu büyük bir umut olmuştu. Bu nedenle hem İran’daki hem de diğer İslam topraklarındaki İsmailoğulları artık Amerika’nın ve yandaşlarının zulmünden kurtulabilirlerdi. Artık özgürce yaşayabilirlerdi. Artık onlara kölelik yapmayabilirlerdi. Artık erkekleri öldürülmekten ve kadınları taciz edilmekten uzak kalabilirlerdi. Artık onların bağımsız düşünceleri, fikirleri, inançları, hayatları, devletleri, ülkeleri ve yönetimleri olabilirdi. İstedikleri gibi gelişmiş, adil, doğru dürüst bir medeniyet oluşturabilirlerdi.

İmam Humeyni ömrünü tamamlamıştı, böylece Rabbine kavuştu. Halkın desteğiyle yerine halife ve vekil olarak İmam Hameneî geçti. Hz. Harun’un Hz. Musa’yı izlemesi gibi, o da İmam Humeyni’yi izliyordu. Onun gösterdiği yolda hareket ediyordu. Ancak Amerika’nın desteklediği yerli yabancı Samiriler sürekli onunla mücadele ettiler. Özellikle son birkaç aydır hiç rahat durmuyorlar. Hz. Harun’un zamanındaki Samiri’nin buzağıya tapmak istemesi gibi; sürekli Amerikan yaşam tarzını, kültürünü ve dinini istiyorlar. Ne de olsa bunlar kalplerini kuşatmış bir durumdadır. Bundan dolayı İran’ın içinde sağa sola saldırmakta, kaos ve kargaşa oluşturmaya çalışmakta, terör eylemleri gerçekleştirmekte, suçsuz günahsız çocukları ve vatandaşları öldürmektedirler. Fakat unuttukları bir şey bulunmaktadır, o da şudur ki, günümüzde Hz. Harun’un varisi yalnız değildir.

Dr. Mahmut Acar

Yorumlar
Adınız
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.